ANALİZ (Kaddafi Kaya) – İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında başlatılan yolsuzluk soruşturması ve devamında tutuklanması, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da geniş yankı buldu. Özellikle Avusturya’da, başta sosyal demokratlar olmak üzere bazı siyasi figürler, süreci “demokrasiye darbe” olarak tanımlayıp yüksek perdeden açıklamalarda bulundu. Henüz iddianamesi bile olmayan bir soruşturmaya dair bu sert çıkışlar, bazı çevrelerde takdirle karşılandı.
Ama şahsen ben toplum adına düşünen ve yazan biri olarak burada sormamız gereken temel bir sorunun olduğunu düşünüyorum:
Aynı siyasal aktörler, Avusturya’da süregelen ve çok daha somut kanıtlarla desteklenen yolsuzluk iddiaları karşısında neden bu kadar sessiz?
Profil Dergisi: Viyana’da Yolsuzluk Gölgesinde Seçim
Avusturya’nın saygın haftalık dergilerinden Profil, gazeteci Jakob Winter imzalı haberiyle yaklaşan Viyana seçimlerine dair oldukça çarpıcı bir tablo ortaya koydu.
“Skandal önemli değil mi? Viyana’da birçok ‘şüpheli’ seçime hazırlanıyor” başlıklı habere göre, seçim yarışında yer alan yedi önemli adaydan üçü ve bir ilçe başkanı, Avusturya adli makamları tarafından “şüpheli” (Beschuldigter) ya da “sanık” (Angeklagter) olarak soruşturuluyor ya da yargılanıyor.
En dikkat çekici örneklerden biri, Avusturya Halk Partisi (ÖVP) Viyana adayı Karl Mahrer. İflas etmiş bir emlak şirketi olan Wienwert üzerinden, eşi aracılığıyla 84 bin Avro tutarında “karşılığı olmayan” bir hizmet faturası düzenlemekle suçlanıyor. Mahrer, dönemin Viyana Emniyet Müdür Yardımcısı olarak, söz konusu şirketten yalnızca bir logo karşılığında bu ödemeyi aldığı iddiasıyla yargılanıyor. Savcılığın yorumu ise oldukça net: “Siyasi bağlantı sağlama karşılığında maddi çıkar elde etme” şüphesi.”
Bu yalnızca kişisel değil, kurumsal anlamda da siyasetin güvenilirliğini doğrudan etkileyen bir iddia.
Aynı davada bir diğer dikkat çekici isim, SPÖ’lü Donaustadt İlçesi Başkanı Ernst Nevrivy. Belediye arazilerine ilişkin içeriden bilgi sızdırmak ve bunun karşılığında futbol maçları için VIP bilet almakla suçlanıyor. Nevrivy’nin avukatı, iddiaların hukuki temelden yoksun olduğunu savunsa da, savcılığın soruşturması devam ediyor.
Buna ek olarak, aşırı sağcı FPÖ’nün Viyana Belediye Başkanı Adayı Dominik Nepp ve eski FPÖ genel başkanı, Viyana seçimlerine kendi listesiyle giren Heinz-Christian Strache de hâlâ “mavi harcama skandalı” (blauer Spesenskandal) dosyası kapsamında adli denetim altında.
Bu Adaylar Hâlâ Yarışta — Partiler Sessiz
Bu gelişmelere rağmen, adı geçen tüm adaylar seçim kampanyalarında aktif olarak yer almaya devam ediyor. Ve belki de daha önemlisi, bağlı oldukları partiler bu iddialar karşısında en ufak bir iç denetim ya da etik değerlendirme süreci işletmiyor.
Profil dergisinde ÖVP Etik Kurulu Başkanı Waltraud Klasnic’in yaptığı açıklama bu yaklaşımın özeti gibi: “Henüz kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadığı sürece etik kurul açısından harekete geçilmesini gerektiren bir durum yok.”
SPÖ’nün söz verdiği “etik uyum görevlisi” hâlâ atanmamış. FPÖ’nün iç denetimi ise yalnızca mali işlemleri kapsıyor, yargı süreçlerini değerlendirme dışında tutuyor.
Yani bir yanda ciddi suçlamalarla karşı karşıya olan, bazıları hakkında iddianame hazırlanmış siyasetçiler; diğer yanda bu tabloya karşı derin bir siyasal sessizlik söz konusu. Bu, etik ilkelerin sadece kâğıt üzerinde kaldığını, siyasi pratikte ise görmezden gelindiğini gösteriyor.
Türkiye’ye Tepki, Viyana’da Suskunluk: Çifte Standart mı?
Asıl çelişki burada başlıyor. Avusturya’daki bazı merkez sol partilerin mensupları, İstanbul’daki sürece yüksek sesle tepki gösterirken; kendi şehirlerinde, hatta kendi partilerinde yaşanan yolsuzluk iddiaları karşısında tek kelime etmiyor.
İstanbul’da henüz iddianame dahi hazırlanmamış bir süreç üzerinden “otoriterleşme” eleştirileri yapılırken; Viyana’daki dosyalar belgeli, tanıklı, adli takibi olan somut olaylara dayanıyor. Ancak ne kamuoyuna güçlü biçimde yansıtılıyor ne de partiler içinde bir etik refleks doğuruyor.
Bu da kamuoyunda şu algıyı ister istemez güçlendiriyor: “Siyasi etik, sadece uzaktaki iktidarları eleştirmek için mi kullanılıyor?”
Türkiye Kökenli Siyasetçilerin Sorumluluğu
Özellikle SPÖ ve Yeşiller içinde aktif olan Türkiye kökenli siyasetçiler, Ekrem İmamoğlu’na dönük soruşturmaya karşı kamuya açık destek verdiler. Sosyal medya mesajları, dayanışma açıklamaları ve sembolik çıkışlarla İstanbul’daki sürece karşı net bir pozisyon aldılar. Destek vermeyen Viyana Belediye Başkanı Michael Ludwig’in sessizliği de eleştiri konusu oldu.
Ama aynı siyasetçiler, kendi partilerinden ya da siyasi rakiplerinden aday olan isimler hakkında yürütülen yolsuzluk soruşturmalarına dair tek bir cümle bile kurmadı. En azından İmamoğlu kadar yüksek perdeden konuşmadılar.
Burada akla iki ihtimal geliyor.
Birincisi: Eğer savunmaları şu ise: “Yargı süreci devam ediyor, o yüzden bu konuda açıklama yapmayı doğru bulmuyoruz.” o zaman şu soru kaçınılmaz:
Aynı yaklaşımı neden Ekrem İmamoğlu söz konusu olduğunda benimsemediniz?
Henüz iddianamesi bile yazılmamış bir dosyada, neden bu kadar hızlı ve sert bir siyasi pozisyon aldınız?
İkinci ve daha rahatsız edici ihtimalse şu olabilir:
Acaba kendi partilerinde ya da merkez sağ partilerdeki bu tür yolsuzluk iddiaları, bu kişiler için artık bilinç dışı düzeyde siyasetin “olağan” parçaları olarak mı görülüyor?
Yani yolsuzluk, psikolojik olarak bir tür kabullenme, hatta içselleştirme evresine mi geçti?
Ve tam da bu yüzden mi, daha belirsiz olan ama sembolik açıdan “daha anlamlı” kabul edilen İmamoğlu dosyasına bu denli hızlı refleks gösterildi?
Bu ihtimal, sadece etik değil, demokrasi açısından da derin bir kırılmayı işaret ediyor.
Çünkü eğer yolsuzluk artık “bizim mahallede” görmezden geliniyor; eleştiri yalnızca başkasına yöneltiliyorsa, o zaman siyaset güven değil, sadece pozisyon üretir.
Bu çelişkiler artık siyasi taktik değil, bir ahlaki pusula meselesidir. Ve bu pusulayı artık siyasetçiler kadar, seçmenin de tutması gerekir.
Viyana’daki Seçmenler İçin Soru Zamanı
Çünkü şu sorular, yalnızca bir ülkede değil, demokrasinin tüm dünyadaki niteliği açısından hayati:
- Neden benim için önemli olması gereken bir meseleyi öncelikli olarak savunmuyorsun da, başka bir ülkedeki dosyada bu kadar kararlısın? Sonuçta bu ülkede bir yolsuzluk durumu varsa, benim ödediğim vergilerden gidiyor demektir.
- Seçmen olarak, sadece Türkiye’deki gelişmelere tepki veren ama Viyana’daki yolsuzluklara susan siyasetçiye güvenebilir miyim?
- Siyasi etik, sadece “öteki”ne uygulandığında mı işlevseldir?
- Benim oy verdiğim, desteklediğim siyasetçi; benim hakkımı değil de, Türkiye’deki kendine ideolojik olarak yakın hissettiği bir siyasi figürün hakkını savunmayı öncelik haline getiriyorsa, bu temsil hâlâ meşru mudur?
- Ben burada yaşıyorum. Burada çalışıp vergi ödüyorum, çocuklarım burada eğitim alıyor. Eğitim sisteminden konut krizine, sağlık hizmetlerinden geçim sıkıntısına kadar onlarca sorunla boğuşurken, bana yakın olduğunu düşündüğüm siyasetçinin bütün enerjisini başka coğrafyaların siyasetine ayırması ne kadar doğru?
- Siyasetçinin asıl sorumluluğu, duygusal yakınlık hissettiği bir figürü savunmak mı, yoksa kendi seçmeninin haklarına sahip çıkıp, yaşam kalitesini artıracak ve gelecek kaygılarını gidermek mi?
- İdeolojisini, sınır ötesindeki bir partinin duruşuna göre değil; bulunduğu şehirdeki insanların gerçek sorunlarına göre şekillendirmeyen bir siyaset, ne kadar sahici olabilir?
- Benim siyasetçim, Türkiye’deki bir olayda dakikalar içinde açıklama yapıyorsa ama Viyana’daki yolsuzluklar karşısında aylarca susuyorsa, bu çifte ölçüt benim irademe saygısızlık değil mi?
- Keşke bu siyasetçiler, gösterdikleri bu enerjiyi, bu yüksek perdeli savunma refleksini; konut politikalarındaki eşitsizliklere, eğitimdeki yapısal adaletsizliklere ya da sosyal hizmetlerdeki aksamalara karşı da gösterseler. Keşke bu efor, benim için de sarf edilse.
Çünkü bir noktada şu artık çok açık: Sessizlik sadece bir eksiklik değil; siyasi bir tercihtir.
Ve bu tercih, koltuk adına yapıldığında, tüm etik değerler içi boş bir slogana dönüşür.
Siyasetçiler için etik beyanlarla değil, tutumla ölçülür: Tutum, sadece tutarlılıkla anlam kazanır ve tutarlılık yoksa temsil de eksiktir.
Şunu da açıkça ifade etmek isterim:
Bu satırlar, Ekrem İmamoğlu’na yönelik dayanışma mesajlarından rahatsızlık duyan bir bakış açısından yazılmıyor. Aksine, başka bir ülkedeki demokratik gelişmelere duyarlılık göstermek, evrensel değerlere bağlılığın bir göstergesi olarak da görülebilir. Ancak mesele tam da bu duyarlılığın neye, ne zaman ve kimin için gösterildiğiyle ilgili.
Son yıllarda Avusturya siyasetinde, özellikle Viyana’da ciddi yolsuzluk iddiaları gündemde. Belgelerle ortaya konmuş, adli makamlar tarafından soruşturulan dosyalar var. Bu davalarda hakkı gasp edilen, kamu kaynaklarının kötüye kullanımının bedelini ödeyen kişiler de sonuçta bu ülkede yaşayan, çalışan, vergi veren vatandaşlar.
Dolayısıyla bu dosyalar karşısında sessiz kalan, hatta ismi kamuoyunda dahi pek duyulmayan bazı siyasetçilerin; daha iddianamesi bile hazırlanmamış bir Türkiye dosyasında böylesine güçlü ve üst perdeden bir savunma refleksi göstermesi, ister istemez bir çifte standart izlenimi yaratıyor.
Ve bu noktada şunu düşünüyorum: Bu siyasetçilerin önceliği, yaşadıkları ülkede — Viyana’da — halkın hakkını korumak olmalı. Çünkü temsil ettikleri insanlar burada yaşıyor, burada vergisini ödüyor, çocuklarını burada okutuyor, gelecek planlarını burada yapıyor.
Elbette kimse Türkiye’deki meselelere sus pus olsun demiyor. Ama bu yazının odak noktası o değil. Mesele, öncelik meselesi. Mesele, tutarlılık. Mesele, temsil edilen halka karşı sorumluluk.
Bu çerçevenin dışında düşünmek isteyen varsa, kendi haklarından feragat etmek istiyordur: saygı duyarım. Ama benim itirazım, savunulan kişilere değil — savunulmayan halklara.