ANALİZ | Viyana, 27 Nisan’da sandık başına gidiyor. Yerel seçimler yaklaşırken şehirde siyasi atmosfer alışıldık biçimde yoğun. Ancak bu yoğunluk, Avusturya kamuoyunun genelinde değil; daha çok, burada yaşayan Türkiye kökenli göçmen toplumu içinde yaşanıyor. Siyasi tartışmaların tansiyonu, Avusturyalı seçmenin değil, Türk toplumu içindeki kırılgan dengelerin üzerinde yükseliyor. Çünkü bu tartışmaların ekseni, Avusturya’nın yerel meselelerinden çok, Türkiye’deki gelişmeler etrafında dönüyor. Ve ne yazık ki bu, yıllardır değişmeyen; giderek daha da kronikleşiyor.
Son örnek, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması üzerine yaşananlar. Türkiye’deki bu gelişme, Viyana’daki yerel siyaset gündemini dahi etkileyebildi. Kim destek açıklaması yaptı, kim yapmadı; kim meclise önerge verdi, kim sessiz kaldı… Siyasetçiler arasındaki mesafe, bu listeye göre ölçülmeye başlandı. Bu listeye girmeyenler ise ya tarafsızlıkla ya da ilgisizlikle suçlandı.
SPÖ’lü Belediye Başkanı Michael Ludwig’in bu konuda açıklama yapmamış olması, Türkiye’deki muhalefete yakın çevrelerce eleştirildi. Bu suskunluğun ardındaki isim olarak gösterilen SPÖ’lü Viyana Eyalet Milletvekili Aslıhan Bozatemur’un da kendi partisi içinden hedef alınması, aslında partinin içindeki çelişkileri değil; Türkiye eksenli siyaset yapmanın toplumsal maliyetlerini ortaya koyuyor. Çünkü mesele artık kimin hangi hizmeti yaptığı değil, kimin hangi siyasi ideolojiye daha yakın durduğu üzerinden yürütülüyor. Bu, yerel siyaseti bir tür temsil tiyatrosuna çeviriyor. Sahne Avusturya’da ama senaryo hâlâ Türkiye üzerinden yazılıyor.
Temsil mi, Taşeronluk mu?
Göçmen kökenli bir siyasetçinin geçmişine ve aidiyetlerine mesafe koymasını beklemek gerçekçi değil. Herkesin geldiği yerle bir bağı vardır. Bunu inkâr etmek değil; kabul edip, doğru bir yere oturtmak gerekir. Ama o aidiyetin, buradaki siyaset alanını rehin almasına da göz yumulmamalı. Yerel siyasetçinin asli görevi, yaşadığı topluma hizmet etmektir; o toplumu başka bir coğrafyanın siyasi dinamikleriyle ayrıştırmak değil.
Ancak son dönemde, özellikle Türkiye kökenli bazı siyasetçilerin duruşlarında bu çizgi giderek bulanıklaşıyor. Toplum adına mücadele etmesi gereken, konut krizinden eğitimdeki eşitsizliğe kadar pek çok yapısal sorunu dile getirmesi beklenen bu isimler, Türkiye’deki her gelişmeye ilk tepkiyi vermek için adeta yarışıyor. Sessiz kalanın hedefe konduğu, tepki verenin “kahraman” ilan edildiği bir atmosfer oluşuyor.
Bu, yalnızca bir tavır değil; bir tercihtir. Ve bu tercih, burada yaşayan insanlara verilen bir mesajdır: “Sizin sorunlarınız ikinci planda; benim asıl meselem başka.”
Buradan bakınca, siyasi pozisyon almaktan öte, bir tür siyasi taşeronluk söz konusu. Başka bir ülkenin siyasal mücadelesine buradan katkı sunmak gibi bir hevesle, temsil yetkisi olan koltuklar bir tür yayın merkezi hâline geliyor. Oysa burada işsiz gençler var. Uyuşturucu batağına sürüklenen çocuklar var. Konut bulamayan, maaşının yarısını kiraya veren aileler var. Ve bu insanlar artık siyasetçinin sadece “bizimkilerden” biri olup olmadığını değil, bizim hangi derdimize derman olduğunu sorguluyor.
Kayıp Gençler, Kaybolan Gelecekler
Bu toplumun artık konuşması gereken mesele, Türkiye’de hangi partiye yakın olduğumuz değil; Avusturya’da nasıl yaşadığımızdır.
Çünkü gözümüzü başka bir coğrafyaya diktiğimizde, buradaki gerçeklik hızla elimizden kayıyor. Son yıllarda Türk toplumu içinde dikkat çeken bir olgu var: Sessiz bir çöküş. Eğitime küsen gençler. Dili yeterince öğrenemediği için sistemin dışında kalan öğrenciler. Kültürel baskılarla şekillenen ama sonunda hiçbir yere tutunamayan hayatlar. Uyuşturucuya bulaşan, erken yaşta suçla tanışan gençler.
Aile yapılarında da aynı çözülme gözlemleniyor. Çok basit gerekçelerle dağılan evlilikler, ekonomik baskıyla parçalanan haneler, destek mekanizmasından mahrum büyüyen çocuklar. Ve bütün bu tabloya bakan siyasetçiler, hâlâ ilk fırsatta Türkiye’deki bir siyasi gelişmeye açıklama yapmayı öncelik olarak görüyor.
Bu, bir tercih meselesi değil artık. Bu, asli görevden sapmadır. Bu sapmanın bedelini de en çok, kendilerini temsil ettiğini düşündükleri insanlar ödüyor. Siyasetçinin suskunluğuna değil; yanlış önceliklerine itiraz edilmesi gerekiyor.
Vatandaş mı, Taraftar mı?
Seçmen açısından da bir yüzleşme zamanı geldi. Oy kullanan ya da sadece gönül bağıyla takip eden birçok kişi, buradaki siyasetçileri Türkiye’deki pozisyonlarına göre değerlendiriyor. Kim Erdoğan karşıtı ya da yanlısı, kim CHP’ye yakın, kim HDP çizgisinde… vs. diye devam ediyor. Ama bu etiketlerin hiçbiri, buradaki sorunları çözmüyor.
Bu siyasal kimliklerin gölgesinde seçime giden seçmen, aslında kendi çocuğunun geleceğini o gölgeye feda ediyor. Ve bu, sadece bir siyasi tercih değil; bir kader belirlemesi oluyor. Çünkü burada alınan her karar, çıkarılan her yasa, verilen her bütçe; çocuklarımızın eğitimini, sağlığını, iş güvencesini doğrudan etkiliyor. Kendi çocuklarının geleceği üzerine inşa edilmemiş bir siyaset, ne kadar güçlü görünürse görünsün; içi boş bir tribün gösterisinden ibarettir.
Ders Alınmayan Geçmiş: Fransa Örneği
Bu tür siyasi sapmaların bedelinin nasıl ağırlaştığını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok. Fransa, 1980’lerden itibaren Kuzey Afrikalı göçmenlerin kendi ülkelerindeki siyasal gelişmelerle fazlaca iç içe geçtiği bir süreç yaşadı. Cezayir seçimleri Fransa’daki mahallelerde kutlandı, protesto edildi. Dernekler, camiler, sosyal alanlar giderek ayrıştı. 90’lı yılların sonunda Fransa, bu durumun faturasını ötekileşmiş, radikalleşmiş ve sisteme güvenini yitirmiş bir göçmen gençlik profiliyle ödedi.
Bugün Fransa, o yıllarda yapılmayan “biz buradayız” muhasebesini şimdi yapmaya çalışıyor. Ama çok geç. Çünkü o dönemin siyasal sapmaları, nesiller boyu sürecek bir aidiyet krizini tetikledi. Aynı hatayı Avusturya’da yapmak, bu toplum için onarılması çok zor bir kırılma yaratır.
Bir Sandık, İki Ülke
Viyana’da halk 27 Nisan’da oy kullanacak. Bu sandık Avusturya’da açılacak. Ama birçok kişi o sandığa, Türkiye gözüyle bakacak.
Bu, yalnızca politik bir refleks değil; aynı zamanda ciddi bir yabancılaşmanın göstergesi. Yaşadığın yerin gerçekliğiyle bağ kurmamak, her gelişmeyi bir başka ülkenin prizmasından görmek, insanı yurtsuzlaştırır.
Bu yazıyı, kimseyi susturmak için kaleme almadım. Ama artık herkesin kendi iç muhasebesini yapması gerekiyor: “Ben burada kendi yaşamım ve çocuklarımın geleceği için mi siyaset yapıyorum ya da siyasetçi destekliyorum? Yoksa başka bir ülkenin siyasal hesaplarına katkı sunmak için mi?”
İkincisini tercih eden herkesin, birinciye ihanet ettiğini artık açıkça söylemek zorundayız.
Sandığa Gitmeyen Sesler, Sessiz Onaylar
Sosyal medyada yapılan yorumlar, atılan paylaşımlar, verilen tepkiler elbette bir duruş göstergesidir. Ama yalnızca orada kalırsa, hiçbir şey değiştirmez. Gerçek değişim yalnızca sandıkta başlar. Ve ne yazık ki, Türkiye kökenli göçmen toplumun önemli bir bölümü, bu en temel demokratik hakkı kullanmıyor.
Avusturya vatandaşı olup da oy kullanma hakkına sahip olanların büyük kısmı, beş yılda bir gelen yerel seçimleri görmezden geliyor. Bu yalnızca bir ilgisizlik değil; aynı zamanda yaşadığı ülkeye karşı mesafe koymaktır. Oysa bu topraklarda yaşıyoruz. Bu ülkenin yasalarına tabiyiz. Bu şehirdeki kararlar, bizim hayatımızı doğrudan etkiliyor. Gittiğimiz okuldan oturduğumuz eve, bineceğimiz otobüsten hastanede göreceğimiz muameleye kadar her şey, yerel siyasetle şekilleniyor.
Sandığa gitmemek, bu kararları başkalarının vermesine sessizce razı olmak demektir. Tepki vermek için önce oy vermek gerekir.
Yorum Değil, Sorumluluk
Toplumsal değişim, ekran başında izleyici olarak değil; sürece katılan bir yurttaş olarak mümkün olur. Evet, herkesin bir fikri var. Ama o fikir yalnızca dijital bir yorum kutusunda kalıyorsa, bir anlamı yoktur.
Oysa yaşadığımız ülkede, yani Avusturya’da, yalnızca konuşarak değil; seçerek de etki yaratabiliriz. Sandığa gitmek, yalnızca bir hak değil; bir sorumluluktur. Oy vermek, bir başkasını değil; aslında kendimizi ciddiye almaktır. “Ben buradayım. Bu şehirde söz hakkım var.” demektir.
Avusturya’daki Türk toplumunun en büyük handikaplarından biri, konuşkan ama katılımsız bir topluluk hâline dönüşmesi. Oysa sorunların çözümü, katılarak başlar. Oy kullanmak, temsil talebini görünür kılar. Giderek çoğalan, bilinçli bir seçmen profili, partileri de göçmen toplumla daha sahici bir ilişki kurmaya zorlar. Talepler o zaman daha net duyulur, çözümler o zaman daha mümkün hâle gelir.
Katkı mı, Seyir mi?
Her bireyin kendisine şu soruyu sorması gerektiğine inanıyorum: Bu ülkede çocuklarımın geleceği için nasıl bir katkı sunuyorum?
Konu yalnızca kimlik, aidiyet ya da duygusal bağ değil. Konu artık sorumluluk. Viyana’da yaşıyorum ve bu şehir benim şehrim. Peki, ben bu şehre ne katıyorum? Hangi meseleye dair bilgi sahibiyim? Hangi çözüm önerisine yakınım? Hangi partinin, hangi adayın şehir için ne vaat ettiğini biliyor muyum? Yoksa tüm enerjimi, başka bir coğrafyada yaşanan gelişmelerin gölgesinde mi tüketiyorum?
Katkı sunmak, yalnızca eleştirmekle değil; çözümde yer almakla mümkün olur. Seçmen olmak, bu şehri birlikte inşa etme iradesinin ilk adımıdır.
Yalnızca Türkiye’de olan biteni değil; burada olup biteni de önemseyin. Sandığa gidin. Söz sahibi olun. Çünkü asıl temsil, sessiz kalmayla değil; sorumluluk almayla başlar.